Çıktım hostelden, turlar hakkında Alex’in önerdiği ajansa gittim. Hemen bitişik sokaktaydı. Öncelikli olarak akşam üzeri dört için Valle de La Luna (Ay Vadisi) gezimi aldım. Diğerleri için nakitim yoktu, onları sonra alırım dedim. Bu sırada otelde benden hemen sonra gelen ve “Hola”laştığımız arkadaş da geldi oraya.

Isla Damas hikaye olmuştu, elimde Vicuña duruyordu, Pablo planımı sordu, söyledim. “Katılayım mı sana?” dedi. Sürekli yalnız gezdiğim için, bir çiğlik yapmıyım biraz yabaniliğimden uzaklaşayım, iyi gelir diye düşünerek “olur!” dedim. Sonuçta iyi de anlaşıyorduk. Hem sonra fark ettim ki o gün birşeyler kolaylamıştı hayatımda. Çünkü Pablo İspanyolca konuşuyordu! Bir günlüğüne hafifledim valla 🙂

Evden çıktıktan sonra yukarıdan yukarıdan Almanya sokağından devam ettim. Çok aralara girme dediler, bazı yerler tehlikeliymiş… Sonunda bir meydana vardım. Meydanın olduğu tepe ile hemen bitişiğindeki Valparaiso’nun sanat merkezi. Tüm sokakların duvarları muhteşem grafitilerle dolu!

Nasıl bir yer ile karşılaşacak olursak olayım sonuçta onlar burada yaşamıştı, burada mücadele etmişti. Nasıl söylenilenler gibi çirkin bir şehir olabilirdi? Saygıyla bir hafta verdim bu şehire ve az bile geldi, yetmedi yaşamaya…

Zaten sahil yolu gitgide o dinginliğini kaybedip engebeli bir parkura dönüştü. Bir süre sonra yukarılardan kopup devrilmiş ağaçların, sürüklenip sahile uçmuş kayaların üzerinden atlarken buldum kendimi. Neyse ki son kısımdı buralar… Varmaya yakın insanlar vardı sahilde. Bir kısmı güneşleniyor, bir kısmı ayakları suda sohbet ediyordu.

Ardından başkası derken geç oldu, otobüs saati geldi. Tam kapıdan çıkacağım sırada birasını kapıp gelen arkadaş (Marcelo) dur bekle, ben de gideceğim, motorum var bırakırım seni dedi. Ben biraz düşününce, yedek kaskım var dedi, Ok dedim 🙂