Isla Damas hikaye olmuştu, elimde Vicuña duruyordu, Pablo planımı sordu, söyledim. “Katılayım mı sana?” dedi. Sürekli yalnız gezdiğim için, bir çiğlik yapmıyım biraz yabaniliğimden uzaklaşayım, iyi gelir diye düşünerek “olur!” dedim. Sonuçta iyi de anlaşıyorduk. Hem sonra fark ettim ki o gün birşeyler kolaylamıştı hayatımda. Çünkü Pablo İspanyolca konuşuyordu! Bir günlüğüne hafifledim valla 🙂

Ardından başkası derken geç oldu, otobüs saati geldi. Tam kapıdan çıkacağım sırada birasını kapıp gelen arkadaş (Marcelo) dur bekle, ben de gideceğim, motorum var bırakırım seni dedi. Ben biraz düşününce, yedek kaskım var dedi, Ok dedim 🙂

Yani yemekten sonraki diğer opsiyonum da, buranın hemen bitişiğindeki, -bilmem kaç küsür derecelik bir mekanda, parıltılı bir eskimo kostümü giyip, alkolsüz içeceğimle 25 dakika geçirmekti ki ona da yeltenmedim haliyle haha.

Perşembe günü, Kültür merkezine çok yakın bir pastaneden, Cuma günkü kapanışa yetecek miktarda güzel mamalardan aldım 🙂 Alışverişi yaptığım sırada kasanın arkasında ikisi kadın ikisi erkek dört kişi vardı…

Şehir bize yabancı olduğuna göre biz otomatik olarak yabancıydık ve ilk muhabbet doğal olarak “nerelisin, nerede yaşıyosun?” gibi mevzulardı.

Sabah okula gidiyorum. Orada geçirdiğim üç saat nasıl geçiyor anlamıyorum. Rita ile biraz sohbet ediyoruz, bolca İspanyolca çalışıyoruz. Ara verildiğinde benim gibilerle biraz sohbet ediyorum. Yani dışardan gelip de İspanyolca öğrenerek entegre olmak isteyenlerle… Sonra çıkıp etrafta dolaşıyorum bazen de direkt eve gidip yemek hazırlıyorum. Evde ya da dışarda iken genellikle yolculuğum için program yapıyor oluyorum ya da blog için birşeyler karalayıp, fotoğraf, video çekip düzenlemeleriyle uğraşıyorum. Akşamları ara sıra milongalara gidiyorum… Yani demek istediğim pek boş vakit bulamıyorum, günlerim dolu dolu geçiyor. Yine de bir şey var ki hissettiğim hani ahşap kapı ya da mobilyalara yerleşmiş tahta kurdu misali, içerden içerden minicik minicik kemiren, öyle kemiriyor beni. Bunu daha öncedeki seyahatlerimde hiç hissetmemiştim… Açıkçası bu sefer biraz fazla yalnız hissediyorum kendimi. Çünkü dilini bilmediğiniz bir ülkede insanlarla kaynaşamıyorsunuz ve ne kadar sosyal olursanız olun böyle benim gibi yalnızlaşıyorsunuz…

Dışardan gelip de burada yaşayan ya da bir süre burada yaşayacak insanların oluşturduğu gruplar var. Onlarla aktivitelere katılabiliyorsunuz tabii ki. Ama bu yerel insanlarla görüştüğünüz anlamına gelmiyor. Etrafımda gördüğüm birçok insanla aslında iletişim kurmak çok kolay çünkü insanlar oldukça güler yüzlü, sohbete açık ve samimi. İşte o kemirgen tahta kurdumun tam olarak anlamı bu. Kolayca iletişebilecekken bunu yapamıyor olmanız.

Seneler önce izlediğim Lost in Translation filmini çok samimi bulmuştum. Şimdi ise çok derinden hissediyorum.