Cusco’nun güzelliğini daha uzaklardan hissetmiştim… İlk, bir ay kalırım çıkmıştı ağzımdan. Sonra az biraz eksilterek yirmi üç günlük bir oda tuttum gelmeden birkaç gün evvel.

Vardığımız sabah, sanki ben çok düz uyanabilmişim gibi otobüsteki rehberimizin tersten kalkmış haliyle uğraştım. Saat 5.00’dı… Rehberin üstüne çok şirin bir taksi şoförü çıktı karşıma. O da ne yazık ki sokaktaki apartman numaralarının zırvalığına kurban gitti. Beni aynı numaralı yanlış binanın önünde indirdi (yanlış olduğunu daha sonra öğrendim tabii). Sonrası sabah kabusuydu… Zil kırık, kapıyı duyan yok. Roaming açtım mecburen ve ev sahibini whatsapp üzerinden aradım, ulaşamadım… Sırtımda çantalarla bir oraya bir buraya derken suyum çıktı.

Çok sinirlendim! Yolculuğum boyunca ilk defa böyle hissettim. Yine de sakin kalmaya çalışarak bir şekilde durumu çözdüm (hazır roaming açmışken abimle konuştum arada. En azından ona durumu anlatmak biraz rahatlattı beni). Fakat saat sabahın 8.00’ı olmuştu hatta geçiyordu. İki saat kadar eşyalarımla sokakta kalmıştım ve gerçekten çok soğuktu. Evin içine girip de ısınabileceğimi düşünürken ev dışarıdan daha soğuk çıktı. Hiçbir ısıtıcı olmadığı gibi konumu yüksekte olmasına rağmen teras dışında eve güneş uğramıyordu.

En azından duş alıp ısınayım derken daha da kötüsü oldu; su soğuktan az hallice çıktı!

Sonuç: Ne çektim bea arkadaşım Cusco aşkına! 🙂

Yanımda bir hırka bir de kalın gömlek var. Başka da kalın birşey yok… Nasıl kalayım burada? Başka yer baksam benzer olacak tahmin edebiliyorum ki başka tarafta kalan arkadaşımdan öğrendim hemen hemen şartlar aynı. Uzun süre de pahalı bir yerde kalamam. Napıcan? Yarı yarıya kısalttım burada kalacağım gün sayısını. En azından bir kazak alırım, odamda da bir kat daha battaniye atıp üstüme idare ederim dedim…

Duşu da şöyle çözdüm: sabahları 11.00 gibi yapıp güzelce giyinip Plaza de San Blas’a giderek 🙂 Evden iki dakika sürüyordu yürümesi. Saçım kuruyup iyice ısınana kadar sıcak güneşin altında bir bankta oturuyordum 🙂 Hala yaz döneminde olduğundan gündüzleri güneşin altı en az yirmibeş derece…

Böyle böyle 12 gün idare ettim.

Daha iyi şartlarda ne kadar kalırdın derseniz “bir yıl bile yaşarım!” derim. Hem çok güzel, hem de insanları çok cici bir şehir. Hatta Cusco’nun yakınlarındaki ilçelerde bile yaşanır. O kadar sevilesi yani 🙂 Belki bir gün…

En çok bol bol sokak gezmeleri yaptım. Çok çok dinlendim. Alışveriş yapıp arkadaşlarım için güzel bir şeyler aldım 🙂

Bir gün özel bir kutlamaya denk geldim.

Kaldığım evin sahibi yardımcı oldu ve bir Machu Picchu turu ayarladım iki günlük. İnca rail üzerinden gitmek kısmında kararsız kaldım çünkü genel bir yorgunluk vardı üzerimde. Ayrıca yoğunluktan beklemek de gerekebiliyor. Kafanıza estiğiniz gibi başlayamıyorsunuz…

Vardıktan sonraki ilk Pazartesi’ydi. Sabah 9.15’te evden çıkıp buluşma noktasına vardım. Margot evraklarımı bana verdi ve detayları aktardı. 10:30’da otobüs ile Ollantaytambo’ya trenin kalkıcağı istasyona yol almaya başladık. 12:00 civarı vardık. Tren saatini beklerken bir kahve içtim. 12:40 civarı trene geçtim.

Gayet turistik bir trendi. Turistik süslenmiş… Servis de oldukça öyleydi; içecek servisinden sonra çarşıdaki fiyatının iki katına eşyalar satmaya çalıştılar 🙂

Tren saat 13:00’da kalktı ve 14:30’da Machu Picchu eteklerine yani Aguas Calientes’e (Sıcak Su) vardık. Bu isim verilmişti çünkü termal havuz vardı. Yapı olarak Machu Picchu misafirlerini ağırlamak için tasarlanmıştı hatta birçok yerde inşaatlar devam ediyordu… Sadece restoranlar ve oteller vardı. Bir de hediyelik eşya pazarı. Malum fiyatlar Cusco’dakinin en az iki katı!..

Oldukça sıcaktı. Hatta ertesi gün Machu’ya geçtiğimizde sıcaktan piştim! (çok sıcak bir yaz gününde doğmuş aşırı sıcak seven biri olarak kolay kolay piştim çıkmaz ağzımdan, düşünün yani ne kadar sıcak!)

Bir süre odada kaldıktan sonra çıkıp dolaştım. Öylesine bir restoranda sıradan bir şeyler yedim. Otele dönüp yaydım 🙂 Yapacak birşey yoktu. Aslında otel odasında çok mutlu olmuştum çünkü içerisi sıcaktı! Hatta akşam 9:00’da rehberim gelip bana yarın ile ilgili buluşma detaylarımızı anlattı. Onun arkasından odaya döndüğümde süper harika sıcak bir duş aldım! Duştan sonra sıcak odamda havlularımla uzanırken dünyadaki en mutlu insanmışım gibi hissettim! 🙂

Güzel bir uykudan sonra lezzetli bir kahvaltı yapıp otelden ayrıldım. Otobüse binip Machu Picchu’ya çıktım. 45 dakika vardı turun başlamasına, banka oturup insanları izledim. İnanılmaz bir yoğunluk vardı. Giriş tıklım tıkıştı! Saati gelince girişe doğru ilerledim ki rehberim beni yakaladı. Rehberimin kontrolünde benim dışımda 8-9 kişi daha vardı.

İçeri doğru biraz ilerledikten sonra; antik şehrin manzarasında ilk bilgileri aldık:
“Arkadaşlar arkanızda gördüğünüz hemen bitişikteki tepenin ismi Machu Picchu. İnkalara ait hiçbir belge ve eşyada buranın ismine dair bir bilgi bulunamadı. Yani burası Machu Picchu değil, “İsmi bilinmeyen şehir!”.

Bu süper başlangıçtan sonra dinlemeye devam ettik…

“Bazı kısımlar restore edildi ama şehrin yüzde yetmişi orijinal. Ayrıca burası bitmiş bir şehir değil çünkü 1400lerde İnka kralı Pachakuteq ile başlanan şehire ardından oğlu, ardından da torunu devam etti fakat son kuşakta yaşanan kardeş kavgalarından sonra şehrin yapımına devam edilemedi. Son kralın nedeni bilinemeyen ölümü ile de tamamen durdu. Şehrin İspanyol kolonileri tarafından yağmalanıp yıkılmamasının tek nedeni de İnkaların burayı önceden terkedip daha aşağı bölgelerde yaşamaları. İspanyolların bulduğu şehir, yapımı en son tamamlanan Pukapukara idi. Böylece onlar da burada bir şehir olabileceğini hiç düşünmedi.”

Rehberimiz araya ayrıca bir detay iliştirdi; kendi içlerindeki bu kavgalardan dolayı ayrılmış olmasalarmış İspanyol kolonilerine yenilebilecek bir uygarlık değilmişler. Özellikle Cusco’daki İnka yapılarının bir kısmını görünce ve tabii ki ne kadar çalışkan ve akıllı bir toplum olduklarına dair önceden edindiğim bilgileri de pekiştirince oldukça doğru geldi bu söylediği…

Burası ilk keşfedildiğinde tamamen yabani yetişen yeşilliklerle kaplıymış. Şehir olarak görülmesi imkansızmış.

Bu isimsiz şehire ulaşan ilk araştırmacı Amerikanmış. Kendisi arkeolog olmadığından araştırmaları sırasında bulunan tüm eşyaları Amerika’daki Yale Universitesi’ne taşımış ve sonradan da bu eşyalar üniversitenin müzesine kaldırılmış ve Peru bir daha onları geri alamamış. Ayrıca birçok değerli materyal daha çıkarılmış ama bunların tutanağı da yok tabii!

İnkaların pusulasını tanıttı bize rehberimiz Victor (kendisini dinlemek ile meşguldüm fotoğraf çekmedim afedersiniz). Uçurtma biçiminde, belli bir yere, belli bir açıyla yerleştirilmiş (kerteriz gibi diyebilirim), altında kaidesi olan yontulmuş taş. Uzun olan ucu Kuzeyi, tam zıttındaki uç güneyi ve uçurtmanın sağ ve soldaki sivri kısımları da doğu ve batıyı gösteriyor. Kusursuz derecede doğru! Pusula ile test ettik 🙂

Buradan sonra kapıların kilit sisteminden bahsetti bize. Önemli girişlere ahşap kapılar yerleştirip yine ahşaptan artı biçiminde duvara geçmeli kilit sistemleri yapmışlar. Gösteremiyorum çünkü zaman içerisinde geriye ahşap kapılar ve ahşap ile farklı materyallerden oluşturulmuş çatılar kalmamış…

Bir gözlem kulesine vardık. Taşlar çok dikkatli yontulmuş ve renk olarak diğer yapılara göre koyu renkli. Kulede iki tane farklı yönlerde cam var. Victor dedi ki; hemen önümüzde gördüğümüz camdan Güneş’in dağın arkasından doğduğu noktalarına göre mevsimleri anlıyorlamış. Her bir açı bir ayı temsil ediyormuş. Böylece altı ayda bir tekrar eden bir takvim icat etmişler. Takvim başlangıcı ise kışın ilk başladığı gün bizim takvimimize göre 21 Haziran. Tüm ekili alanlar bu takvime göre takip ediliyormuş. Özellikle astrolojide çok ilerlemişler; tüm ekinlerin zamanlamaları, alışverişler ve yaşam için gerekli her türlü zaman bilgisi astroloji konusundaki ileri bilgileri sayesinde gerçekleşmiş.

Ayrıca bu gözlem evinin altında bir tapınaktan da bahsetti rehberimiz. Bu tapınakta adanmış insanlar olduğu anlaşılmış ama direkt mumyaları bulamamışlar. Yani önceden de yazdığım üzere ilk araştırmalarda biraz almış götürmüşler…

Gözlem evinin diğer tarafına doğru geçtiğimizde rehberimiz ilerideki bir yapının bu camdan görüldüğünü ve bu sayede de şehire ulaşımın takip edildiğini aktardı.

Biraz daha ilerleyince şehrin ortasındaki geniş bir alana vardık. Tam bir bilgi olmamasına rağmen bu alanın pazar ya da festival alanı olarak kullanıldığı düşünülüyormuş. Akustik harikaydı bu alanda. Bir taraftan diğer tarafa sesiniz çok rahat ulaşıyordu… Özellikle festival zamanları canlı müzik yapılıyormuş 🙂 Tabii ki sadece kemiklerle perküsyona dayalı bir müzik.

Şehrin içinde iki tane taştan yontularak kopyası yapılmış tepe var. Ne için yapıldıkları belli değilmiş. Hatta ikincisini bir çok şeye benzeten çıkabiliyormuş. Victor “coca veya kullandığınız başka ota göre değişebiliyor” dedi. Haha!

Yarım kalmış tapınak, sonradan kapatılan pencereler, zaman içerisinde değiştitirilmiş duvarlar… Hala daha birçok şey tamamlanmamış ya da bilgi edinilemiyor. Öylece kalmışlar…

Turu tamamladıktan sonra biraz daha etrafta dolanıp fotoğraf çektim.

Ardından bitişik tepeye, güneş tapınaklarından birinin olduğu yere doğru bir saatlik yürüyüş yaptım. Bu yürüyüş çok keyifliydi çünkü tek tük turistler dışında buralara tırmanan yoktu.

Bir ara o daracık yolda ilerlerken bir lama ailesi geçti yanımdan. O kadar muhteşemdi ki… Öylece yanımdan bana doğru yürüyüp geçtiler. Hepsi yetişkindi, benden biraz daha uzundular… Yol dar olduğundan birbirimize temas ede ede geçtik… Ellerimin altından yumoş yumoş tüyleriyle ilerlediler. Zor tuttum kendimi sarılmamak için. Tuttum, çünkü homurtlu bir şekilde tükürüğü yiyebiliyorsunuz! 🙂

Geriye döndüğümde uzun bir süre bir taşın üzerinde kalıp izledim bu antik şehri… izledim… ve daha çok… Bir türlü kalkıp gidemedim. O kadar güzeldi ki!

Zorla itip kendimi çıkışa ilerledim. Aguas Calientes’e indiğimde öyle bir yerde oturup yemek yedim ve ev arkadaşım Stephen ile iki gün sonraki turumuzun detaylarını konuştuk. Ingrid’in yani ev sahibimin önerisiydi. Taksi-rehber ile günübirlik bir tur. Nereye gideceğimizi biz seçiyorduk. Taksi-rehberler lokal insanlardan olduğundan birçok öneri ve yerel bilgiye de sahip oluyorlardı…

Tren saati gelince istasyona gittim. Hakan ve kız arkadaşı da oradaydı. Uyuni turunda tanıştığım ve önceden bahsettiğim cici insan/insanlar. Zaten whatsapp üzerinden yazışıyorduk ama Machu’da birbirimize rastlayamadık, malum kalabalık… Hatta turdan iki gün önce haberleşip yine turdan diğer arkadaşı da kaçırmadan, benim arabadaki Fransız olan Tom, San Blas’taki Pachapapa restoranına gidip birlikte akşam yemeği yedik.

Tom, o akşamın ertesi Cusco’dan ayrıldı. Hakan ve kız arkadaşı ile bir daha buluştuk onlar ayrılmadan evvel. Şu anda ben bu yazımı yazmakla meşgulken onlar da Brezilya’dan İsveç’e, evlerine dönüş yolundalar… Buluşmamızda La Serena, Şili’den tanıştığım İspanyol arkadaşım Pablo da vardı. Cusco’ya benden birkaç gün sonra varmıştı. O kadar enteresan geldi ki ikimize de yaklaşık iki ay sonra görüşmek… güzel bir andı 🙂 Hatta bu güzel an yemekte de devam etti ve o kadar keyifli zaman geçirdik ki birlikte, fotoğraf çekmeyi unuttum…

Yemekten sonra ilk Pablo ayrıldı sonra Carin. Biz Hakan ile biraz yürüyüş yaptık, sohbet ettik ve sonra da sıkı sıkı sarılıp vedalaştık…

Böyle yolculuklarda iyi arkadaşlar edinmenin en kötü tarafı ayrılmak zorunluluğu ve ayrıldıktan sonra gidilen yerler de o kadar uzak ki… Kim bilir bir daha ne zaman görüşebileceğiz…

Perşembe günüydü sözleştiğimiz gibi taksi şöförümüz bizi sabah 7.30’da evden aldı. Onunla birlikte sırasıyla Pisaq, Wari şehri Pikillaqta ve Tipon’u gezdik. Stephan’ı tanımıyordum sadece ev arkadaşımdı. Ama düzgün biriydi. Gün boyunca güzel vakit geçirdik hatta anlaştığımızı gördükçe de süper eğlendik 🙂

Pisaq, Secred Valley bölgesinin başlangıcıydı. Tüm vadiyi öyle baştan başa görebiliyordunuz. Açıdan dolayı minyatür gibi görünüyordu. Baktıkça mutlu oldum 🙂 Tepelerdeki yerleşim alanlarında dolaştık bir süre.

Ardından Pisaq’taki çarşıya gidip alışveriş yaptık. Taksimiz Hermando’nun önerdiği üzere pazarlık yaptık alışveriş sırasında. Benim pek sevdiğim bir konu değil pazarlık. Ama buradaki satıcılar siz daha ilk fiyatı öğrenip de kafanızda alıp almamayı düşünürken fiyatı düşürüp pazarlığı başlatıyor. Ben de kenarından becermeye çalıştım durum böyle olunca. Saolsun Stephan yardım etti… Söylemeden geçemeyeceğim; sen elin Amerikalısı çingene çıkmaz mı pazarlık konusunda! Şok oldum… haha!

Alışveriş sonrası da çiçek yedik birlikte. Şaka yapıyorum sanıyorsunuz değil mi? Bildiğiniz yenilebilir çiçek yedik ve gayet de lezzetliydi 🙂

Ayrıca Hermando bizi çarşı içindeki taş ocak başında poğaça pişiren amcaya da götürdü. Bildiğimiz bizim ev yapımı mayalı poğaçanın az gevrek olanıydı! Ayh nasıl hoşuma gitti anlatamam 🙂

Buradan sonra Wari şehrine gittik. Kısa bir tarih bilgisi geçmek gerekir diye düşünüyorum bu noktada. Bölge olarak Kuzey Arjantin; Salta’nın da dahil olduğu bölge, Şili’nin kuzeyden Santiago’ya kadar olan bölümü, Bolivya’nın tüm batı bölümü, tabii ki Peru’nun dağlık kısımlarıyla, Ekvator’un güneyden ülkenin yarısına kadarki kısmı Andeanların (And dağlıların) yaşam alanları. Bölgeye yerleştikleri tarihler de kronolojik olarak aşağıdaki gibi (tümünü yazmadım)
Milattan sonra;
100 Mochica
400 Nazca
400 Pukara
500 Tiawanako
750 Wari
800 Chankay
850 Qollao
1100 Chimú
1200 İnka

İçlerinde, İnkalardan önceki en önemli uygarlık Wariler. Devrim niteliğinde tasarımlar yapmışlar; çanak-çömlek üzeri desenlerde yeni tasarımlar, taşları işleyerek minik sembolik figürler üretmişler. En önemli icatları ise taş duvar örme; geometrik yani dikdörtgen ve kare şekillerde taştan duvarlar örerek yaşam alanları oluşturmuşlar.

İnkalar bu bilgileri kullanarak mevcut tasarımları geliştirmişler. Mesela duvarları belli bir açıda örerek dayanıklılığı artırmışlar.

Warilerden kalma önemli bir şehir vadinin güneyinde kalıyordu ve özellikle görmeyi istedim Stephan ve Hermando’dan.

M.S 750lerde bir şehir tasarlamışlardı. Şehrin tamamının etrafına duvar örmüşlerdi ve yaptıkları binaların içini beyaz sıva ile kaplamışlardı. Ayrıca yerleşim inanılmaz nizamiydi. Olumsuz olan tek şey Peru’nun kazıları ilk yüzeye kadar tamamlamış olmasıydı. Geri kalan kısım için dikkatli kazı yapılması gerektiğinden bütçe ayırmamışlar. Yani binaların çatı kısımlarını ve ikinci katlarını görebiliyorduk genel olarak. Kim bilir şehrin tamamı nasıldı?..

Ardından Tipon’a geçtik. Tipon sadece teraslardan oluşan ve muazzam İnka su kanallarının güzelliğini görebileceğiniz nadir güzellikteki bir İnka yapısıydı. Yine hemen bitişikeki tepede küçük bir kale vardı. Daha çok vadiyi izlemek için yapılmış bir yapıydı. Terasların en tepesinde suyun çıkış noktası vardı.

Bu su ikiye bölünüp terasların sağından ve solundan iki kanal ile terasların aşağı kısmındaki bitimine kadar ulaşıyordu.

Her bir terasta bir spor müsabakası yapılabilirdi. O kadar iriydiler 🙂 Biz Stephan ile biraz basamaklar ve selfie ile uğraştık bu kısımda. Son ziyaret noktası olduğundan eğlenceye vurduk. İyi ki topumuz yoktu da teraslar sağlam kaldı 🙂

Hermando’dan bizi merkezde bırakmasını istedik. Stephan’ın son günü olduğundan (yarın San Fransisco’ya dönecekti. Üç gün sonra da uzakdoğu ve ardından Avrupa turu yapacaktı. İş yerinden beş aylık tatili vardı! Beş ay! Güzel di mi… Yazılımcı arkadaşlar. Müdür ya da “patron” değil :)) onun için biraz alışveriş yaptık. Ardından günün yorgunluğuna eşdeğer lezzette bi yemek… Sonra da evimize döndük. Vedalaştık…

Son günümde ki Pazartesi’ydi. Akşam Lima’ya giden uzun yol başlayacaktı benim için. Saqsaywaman’a gittim. Kaldığım yere çok yakındı. Yine güzelce tırmandım.

Girişte serbest rehberlerden biri yakaladı beni. Rehberlik yapmayı önerdi. Yanıma gerek olmaz diye para almamıştım neredeyse. Sadece belki lazım olur parası 🙂 Ceplerimi gösterdim. Bu kadar dedim, kabul etti. Söylediğinin yarısı kadardı…

Bana ilk tünelleri gösterdi. Bir tanesine girdik ki tamamen karanlıktı. Komik komik ilerledik içeride ya da ilerleyemedik mi desem 🙂 Çok zormuş yahu bilmediğin yere basmak… Yarısını az geçmişti ki arkadaki turistin ışığı ile hızlıca çıktık tünelden. Enteresan bir deneyimdi.

Ardından doğal kaydırak bölgesine ulaştık 🙂

Taşlar zamanla kaydırak halini almıştı. Diğer birkaç kişi gibi ve rehberimin “hadi hadi!”si ile tırmanıp kaydım haha! Çok eğlenceliydi!

Devam ettik ve yine süper akustik bir alana vardık. İnkalardan beri her yıl 24 Haziran’da burada festival yapılırmış. Gerçekten de tam duvarların önünde kocaman bir yeşillikti ve çok güzeldi tam festivallik!

En önemli ve en büyük iki taş ile fotoğrafımı çekti rehberim.

Duvarların açısından ve zigzag biçiminde yerleştirilmiş olmasından bahsettik. Rehberim, Zigzag olması ile ilgili bana İnkaların şimşekten etkilenerek böyle bi tasarım yaptıklarını aktardı.

Yine kral kapısı vardı diğer İnka şehirleri gibi. Ve güneş kapısı tabii…

Ayrıca bana duvara yaptıkları lamayı da gösterdi 🙂

Duvar turundan sonra rehberim ayrıldı. İsmi Julio idi.

Sevimli di mi 🙂

Biraz daha dolaştım Julio’dan sonra…

Ardından eve döndüm ve son hazırlıklar…

Sonraki yazım Lima’ya giden yol; Nazca, Huhacachina, Paracas ve son durak Lima.

Süper lezzettli yemeklerin olduğu vejateryen restoranı El Encuentro. Çokça gittim ben. Doyamadım yemelere 🙂

Not: Cusco’daki karşılaştığım insanların güzelliği unutulur gibi değil… İlk vardığımdaki kriz anında bana yardımcı olmaya çalışan, sokağımdaki bakkal Alejandro gibi… Kuru temizleme hizmeti de verdiğinden eşyalarımı oraya verdim ve alışverişimi de hep oradan yaptım. Sürekli müşteri olmayacağımı bilse de, zorluğuna rağmen, hep ismimle hitap etmeye çalıştı ve her zaman da İspanyolcama rağmen sohbet etti benimle… Vedalaşırken birbirimize “güle güle dostum” diyorduk 🙂