Bolivya’ya gelmeden önce internette bilgi toplamak için geziniyordum. Şans eseri bir firma buldum. Bu firma belirli rotalarda esnek zamanlı otobüs hizmeti sunuyordu. İlk başta rota üzerinde nerelerde kalacağınızı ne kadar süre kalacağınızı belirliyordunuz sonra isterseniz otobüs saatinizden otuz dakika öncesine kadar değiştirebiliyordunuz. Ayrıca rota üzerindeki bazı turlarda ödediğiniz ücretin içindeydi. Hatta şehirlerde indirimli otel opsiyonları bile vardı… La Paz’da firmanın adresini bulup ziyaret ettim ve herşey gerçekten internet sitelerinde yazıldığı gibiydi. Zaten tüm bu işlemlerinizi online da yapabiliyordunuz. Yani tam benlik teknolijik bir seyahat uygulamasıydı. Kayıt işlemlerimi hallettim ve hemen iki gün sonra bir Pazar günü BoliviaHop ile yolculuğuma başladım.

İlk durak Copacabana idi. Copacabana’ya varmadan evvel kısa bir feribot yolculuğu yaptık. Daha doğrusu otobüsümüz yaptı. Bizi, yani otobüs halkını bir tekneye atıp karşı kıyıya gönderdiler.

Otobüsümüzü beklerken biz de meydandaki sokak satıcılarından ev yapımı Bolivya usulü empanadalarımızı yedik. Otobüs vardıktan sonra da yaklaşık bir saat kadar daha yola devam ettik…

Copacabana küçük bir yerdi. Titicaca gölü kıyısındaydı… Bu arada göl deyip geçmeyin bildiğiniz deniz hissi veriyor. Oldukça büyük bir göl. Zaten deniz seviyesinden yükseklik bakımından dünyanın en yüksek gölü. Bir dilde anlamı; Titi=Kedi Caca=Gri yani GRİ KEDİ ya da Titi=Puma Caca=Kaya yani PUMA KAYASI.

Copacabana’da oldukça fazla salaş insan vardı. Yani burası biraz hippi mekanıydı 🙂 Adaya gidecek teknenin kalmasına yaklaşık iki üç saat kadar vardı. Önce gidip ATM’den para çektim ardından da gidip biraz BOB bozdurup Peru Sol’u aldım. Bir sonraki durak Peru olacağı için gerekliydi.

Bir restoranda oturup çorba ve sandviç yedim. Zaman gelince de iskeleye geri dönüp tekneye bindim. Teknenin adaya varması yaklaşık bir buçuk saat sürdü. Benim için güzel bir yolculuk oldu çünkü uyukladım 🙂 Vardığımız adanın ismi Isla del Sol’du. Yani Güneş Adası.

En çok bilinen hikayeye göre İnkalar ilk Titicaca gölüne varmışlar. İlk inka kralı ile eşi Güneş tanrısı tarafından bu bölgeye ellerinde özel bir sopayla gönderilmiş. Bu sopa onlara nereye yerleşmeleri gerektiğini gösterecekmiş. İki İnka Titicaca’ya vardıklarında bu sopayı yere bırakmışlar ve sopa kaybolmuş. Böylece buraya yerleşmeleri gerektiğini anlamışlar…

Özellikle İnkaların ilk yerleşim alanı olduğundan göldeki adalarda oldukça yoğun bir İnka kültürü hakim. Isla del Sol dahil etrafta görebildiğiniz adaların hepsinde İnka terasları var. Boyuna yeşil bu teraslara bir süre baktıktan sonra İnkalara gerçekten hayranlık besliyorsunuz. Çünkü koca koca tepeleri yontup basamaklandırmak, yeşillendirmek, ekin ekmek gerçekten büyük iş!

Öğrendiğim kadarıyla İnkaların üç büyük kuralı varmış:
Hırsızlık yok!
Miskinlik yok!
Yalan yok!

Yani bildiğiniz çalışkan, dürüst ve üretken bir toplum.

Teknenin vardığı liman hemen tepenin bitimi yani aslında bu liman küçük bir koy. Hemen yakında bir iki hostel inşa edilmiş. Ama güzel bir manzara ve ada yürüyüşü istiyorsanız Shaolin Tapınağı’nın İnka şubesi olan muhteşem taş merdivenleri tırmanmanız lazım! Bu merdivenler özenerek yapılmış; çok yüksek değil ama çok alçak da değil. Fakat tek problem deniz seviyesinden 3800 metre yükseklikte olmanız. Bu da şuna neden oluyor ki; hiç ağırlıksız bile dört-beş basamaktan sonra kalp atışlarınızın arttığını ve nefesinizin azaldığını hissetmeniz. Ki bu merdivenleri bir de yaklaşık yirmi kiloluk bir ağırlıkla çıktığınızı düşünün! Yukarıdaki hostellere varmak aralarda beş’er dakikalık dinlenme molaları ile otuz-kırk dakika sürüyor…

Son nefesimi vermek üzereydim ki benim gibi son nefesinde olan Buenos Aires’ten gelen bir hatun ile tanıştım. Aynı anda ilk hostele attık kendimizi. İkimiz aynı odayı tutarak indirim de almış olduk 🙂

Eşyaları bıraktıktan sonra biraz nefeslendim ve sonra da güzel bir yürüyüş yaptım.

Saat 17.00 civarlarındaydı ki ne olur ne olmaz sonradan açık bir yer bulamam diye üç-beş restoranın olduğu minik sokağa döndüm. Sokak benim kaldığım hostelden beş dakika uzaklıktaydı (hostel dediğime bakmayın aslında bildiğiniz köy evi. Odalara sadece yatak atmışlar fazladan). Bir tane restoran seçip menü siparişi verdim. Çorba, balık ve muz üzerine ev yapımı çikolata sosuyla bir tatlı 🙂

Saat daha yeni 18:00 olmuştu ki yemeği yeni bitirmiştim. Hesabı ödeyip kalktım. Hemen arkamdan da hatun (tüm işi bir kadın yapıyordu, malum küçük bir yer) restoranı kapadı. İyi düşünmüştüm. Gerçekten de oldukça erken kapıyorlardı. Zaten sonradan oda arkadaşım bu nedenle aç kaldı…

Yemekten sonra hostele dönüp muhteşem manzarının tadını çıkardım.

Ve bir tane Roel usulü fotoğraf çektim! Bu manzara ile onun kullandığı bir tabir var ama küfürlü olduğu için buraya yazamayacağım 🙂

Gece oldukça soğuktu malum ısıtıcı yok. Yandaki yatağın da battaniyesini kaptım. Bir bölüm Gotham izledim. Sonra da uyudum. Sabah idare eden bir kahvaltı ettik oda arkadaşımla. O, Buenos Aires’e geri dönecekti. Kahvaltının hemen sonrasında sahile indi, kahvaltı bitiminde vedalaştık.

Eşyalarımı sahildeki iskeleye bıraktım. Saat 15:00’a biletimi aldım. Sonra da adayı dolaşmaya başladım. Tabii ki yine kimsenin gitmediği, girmediği patika yollar buldum 🙂 Zaten biraz abartmışım ki dönüş yolunda kendimi teraslardaki ekili alanlarda buldum. Biraz tırmanış, atlayış ve sıçrayışlardan sonra normal yola varabildim. Ama büyüleyici manzaranın tadını da doyasıya çıkarmış oldum 🙂

Dönüş malum… Yine tekne yolculuğu ve otobüse atlayış. Tabii farklı olarak sınır geçtik. Copacabana’dan Puno sınırı yaklaşık yirmi dakika sürüyor otobüs ile. Çantalarımızı da alıp otobüsten indik. Bolivya’dan çıktı mührümüzü pasaportumuza attırıp, beş dakika da Puno ofisine yürüyüp Peru’ya girmiştir mührümüzü de pasaporta eklettikten sonra, yeni ve semi-cama olan keyifli otobüsümüze atladık! Arjantin-Bolivya sınırında olduğu gibi burada da bagaj kontrolü yoktu. Yani yine elimi kolumu sallaya sallaya ülke geçtim durumu oldu 🙂

Puno’ya varmamız akşam 8:00’ı buldu. Otele eşyalarımı bırakıp dışarıda yemek yedim. Döndüm, duş aldım ve yarınki iki günlük tur için eşyalarımı hazırladım. Sabah kahvaltıdan sonra servis gelip beni ve benim gibi turdaşları otelden aldı. Sonra da limana götürdü. Rehberimiz adada kalacağımız aile için alışveriş yapmanın iyi olacağını söyledi. Ben de uygun bir iki şey aldım…

Rehberimiz Hernan toparlak bir adamdı. Tekne hareket ettiği an bir sürü açıklama yaptı. Sevimliydi, şakacıydı. Biraz da sıkıcıydı aslında çünkü bunu hergün tekrarlıyordu ve biraz ezberden konuştuğunu ezberden şaka yaptığını hissediyordunuz. Neyse…

Önce Floating Islands’a vardık. Buraya “Yüzen Adalar” denmişti. Çünkü sazlar ile adacıklar oluşturulmuştu. İspanyol işgali yani koloni döneminde Puno halkı, sazlardan tek ailelik tekneler yapıp gölün bu bölümüne varmış. Teknede küçük, yatmalık, üstü kapalı bir bölüm, açık kısımda ise bir ocak bulunuyormuş. Balık avlayıp, bu ocakta pişirerek ve sazlıkların kök kısımlarını yiyerek beslenmişler. Sonra farketmişler ki sazlıkların kök kısımları göl yüzeyinde asılı kalabiliyor. Onlar da bu kök kısımları küpler haline getirip birbirine bağlamışlar ve belli yerlere de kazıklarla tutturup bu kökleri gölde yüzen ama sabit adacıklar haline getirmişler. Gerisi ise en kalın köklerden başlayarak incelerine kadar sazları bu adacıkların üstüne katman katman sermek olmuş. Tabii bu o kadar kısa bir süreç değil. Her bir katman için üç-dört ay kadar bekliyorlarmış ki bu sazlıklar kuruyup bir sonraki katman için hazır olsun. Sonuç olarak benim hissettiğim şey ilk adım atışımda oldukça yumuşak bir zeminde yürüyor olduğumdu. Pamukların üstünde gibisiniz yani 🙂

Fotoğrafları paylaşıyorum. Ve fotoğraflardan birindeki ocak, işte o bahsettiğim teknedeki ocak. Sonradan detaylı öğrendim ki bu ocak İnkaların kullandığı ocak tipiymiş; topraktan yapılma ve iki gözlü. Zaten buradan sonra geçtiğimiz ve kaldığımız adada da aynı ocağı kullanıyorlardı evlerde. Çok güzel bir tasarım, gayet akıllıca!

Bir süre sonra tekrar teknemize dönüp yolculuğa devam ettik. Sonraki durağımız iki buçuk saat uzaklıktaki Amantani adasıydı. Oraya varınca yerel kıyafetli kadın ve erkeklerden oluşan ada halkı tarafından karşılandık. Rehberimiz bizi paylaştırmıştı. Teknedeki diğer yalnız yolculuk eden Arjantinli arkadaş ile aynı ailede yani Gloria’nın evinde kaldık. Evin manzarası süper tabii! Okulu da görebiliyorsunuz. Şirin şirin öğrenciler 🙂

Gloria, bizi sadece adada yetişen sebzeler ile süper lezzetli yemekler yaparak iki gün boyunca besledi 🙂 Bu arada öyle somurttuğuna bakmayın fotoğrafta. Fotoğraf olayını pek sevmiyorlar anladığım… Genelde oldukça güler yüzlüydü 🙂

Eve yerleştikten bir süre sonra ada meydanına götürdü bizi Gloria. Meydanda rehberimiz adanın tarihinden, İnkalar ve İnkalar öncesi uygarlıklar ve onların etkisinden bahsetti.

Ada halkı kendi kültürünü ve dilini korumuş. İnkalar ile; teraslar, tarım ve el yapımı eşyaların çeşitliliği gibi konularda yenilikler olmuş…

Özellikle kadınlar tüm gün, sokakta bile yürürken yün makaraları ile dolaşıp lamalardan elde ettikleri yünleri ipliğe sarıyorlar. Ardından da çok güzel bereler, eldiven ve atkılar, minik yün oyuncaklar vb. birçok doğal ve yöresel malzeme örüyorlar.

Bu bilgileri aldıktan sonra adadaki iki tepeye doğru yürüyüşe başladık.

Tepelerden birinin adı PachaTata diğeri ise PachaMama idi. Yani “Toprak Baba” ve “Toprak Ana” tepeleri. Toprak ana tepesi sadece 10 metre kadar daha yüksekti diğerinden. Yol ayrımına vardığımda hava oldukça bulutlanmıştı. Özellikle PachaMama’nın tepesinden geliyordu yağmur. Yine de anneye doğru gitmek geldi içimden… Biraz da duygusaldı tabii ki seçimim. Sanki tepeye varınca annem bana sarılacakmış gibi hissettim 🙂

Pachamama inanılmazdı! Önceden de yazmıştım… Buraya gelmeden önce ellerimi başakların arasında dolaştıracağım, doğayla bir bütün olacağım özel bir anı hayal etmiştim. Ve burası buram buram bu hayaldi! Tepenin zirvesine çıkana kadar bu anın tadını çıkardım…

Tepenin üst kısmına vardığımda ise o fırtınalı gökyüzü ile gölün görüntüsü öyle uluydu ki, bir an “Dünya’nın tepesinde olmalıyım!” dedim kendime. Gözlerimi dolduran bir heyecan hissediyordum göğsümde, tam kalbimin gümbürtüsünün olduğu yerde… Bir taraftan da vücudum titriyordu; muazzam ürkütücü bir gri dolmuştu her yere! O an tepeden koşup kendimi gökyüzüne bırakma fikri o kadar gerçekti ki; önce gölün iri dalgalı yüzeyine doğru hızlıca süzülüp, ardından bulutların üstündeki güneşe varana kadar kanat çırpmak…

Bu hayallere dalmıştım ki sattığı eşyaları toplayan kadını görünce kendime geldim. Montumu iyice kapatıp, eldivenlerimi giyip geriye doğru yürümeye başladım. Az sonra damlalar başladı ardından da deli gibi bir yağmur. Çok ıslanıyordum ama o kadar güzeldi ki… Hızlıca geri döndüm ama koşturmadım. Tadını çıkardım 🙂

Meydana vardığımda pantalonu sıksam bir kova su çıkardı herhalde. Üstümdeki kıyafetim ve ayakkabılar su geçirmezdi ama bacaklar fena olmuştu 🙂

Meydanda Gloria’yı bulmam gerkiyordu. Kahve görünümlü üç tane mekan vardı. En büyük olana gittim. Önce oda arkadaşıma bakındım çünkü Gloria ikimizi alıp öyle eve geçecekti, rehberimiz yürüyüş öncesi böyle demişti, ama onu göremedim. Bir sürü insan bu kahve görünümlü yerlerde ailesini bekliyordu… Bir ara kapı açıldığında Gloria’yı gördüm. Hava karardığı için başında bir tane de fener vardı… Çok tatlı görünüyordu. Bana diğer arkadaşı sordu. Görmediğimi söyledim. Bulunduğum yerde kalmamı sonra geleceğini söyledi. O arada sıcak çikolata alıp biraz ısındım. Sonra Gloria geldi ve eve döndük. Bizim genç rehberimize evi sorup önceden eve gidip hatta yatmış bile. Bu nedenle Gloria farkedememiş. Yani o ıslak halimle boşu boşuna beklerken onu, Gloria da sokaklarda gereksiz ıslanmış oldu…

Ertesi güne pantalonum tam kurumamıştı bu nedenle pijamamın üstüne streç kotumu giymek durumunda kaldım. Pantalonun içine külotlu çorap giyebilen kadın tipi olmadığımdan biraz rahatsız edici oldu tabii…

Gloria kahvaltımızı ettirdikten sonra bizi limana götürüp rehberimize teslim etti. Bir süre seyahat ettikten sonra Taquile adasına vardık (Tekila değil arkadaşlar! Bir ara aklımdan geçti benim de… Off içer içer İnka teraslarında sızardık haha!).

Adada biraz yürüyüş yapıp adanın meydanına vardık.

Burada biraz oyalandıktan sonra tekrar yürümeye başladık ve öğle saatlerinde yemek yiyeceğimiz, adanın öteki ucundaki mekana vardık. Upuzun bir masada Titicaca’ya karşı oturduk. Hernan tam karşımıza geçip bize ada tarihinden bahsetti. İsmi bir İspanyol’dan geliyordu adanın. Bu İspanyol koloni zamanı gelip adayı bulmuş ve bir süre adada yaşamış. Koloni sonrası ise ada daha çok kendine eş arayan bekarların yaşam alanı olmuş. Tam benlik değil mi haha! Tek problem Perulu erkeklerin yarı boyum kadar olması! 🙂 Ama süper örgü örüyolar bunu da ekleyeyim 🙂

Adada erkekler başlarına bir şapka takıyor. Şapkanın takılma şekline göre de bekar mı, nişanlı mı ya da evli mi anlayabiliyorsunuz. Durumun absürtlüğüne gel! Yani bekarken “aranıyorum ben!” yazılı bir tabela ile dolaşıyor gibisiniz haha!

Varsa evlenmek isteyen yeri biliyoruz artık 🙂 Yalnız işin bir detayı var: beğendiniz birbirinizi ve evlensek mi dediniz işte bundan sonra iki sene birlikte yaşıyorsunuz. Yine de tamam ise evleniyorsunuz. Çünkü evlendikten sonra boşanmak yok, yasak! Gerçekten de hayatınızda bir kere evlenmiş oluyorsunuz…

Evet bu evlilik hikayelerinden sonra Puno’ya dönüp Cusco’ya gitme vakti 🙂

Cusco’ya geçmeden önce, Puno’da çok lezzetli bir restoranda: La Hosteria, çok lezzetli bir menü yedim: Domates çorbası, taş ocakta pişmiş yarım mozzarella pizza, avokado salatası.

Hatta yemek sonrası kahvemle yediğim yarım dilim limonlu kek de tam tadındaydı! Peru yemeklerinin tadı bizimkilere oldukça yakın…

Bir de haylazlık yapıp bonus fotoğraf ekliyorum. Artık neresi bonus siz keşfedin! 🙂