La Serena çöle geçmeden önceki adımlardan biriydi benim için. Tek seferde Santiago’dan geçmek bir çılgınlık! La Serena’dan bile San Pedro’ya varmak için 17 saat süren bir yolculuk yapmanız gerekiyor… Sonuçta başka şehir de seçebilirdim ama Gabriel Mistral’ın doğup yaşadığı bölge olduğu için burayı seçtim.

Tur olayını sevmediğimden, gerekmedikçe programımı kendim organize ediyorum. Yolculuğu yapacağım yer ile ilgili bilgi edinip, nasıl ulaşacağımı öğrenip, yiyeceğimi hazırlayıp düşüyorum yollara. Bu sefer için de Gabriel Mistral’ın doğduğu köy Vicuña’ya gidip civarda dolaşmayı planladım (planlar sonra oldukça değişti). Yalnız bu gezimden önceki akşam için “Observatory Mammalluca”ya, hostelimdeki yetkili cici hatun ile tur rezervasyonumu yapmıştım (özellikle Vicuña civarındaki Pisco Elqui önemli bir gözlem noktası. Birçok gözlemevi kurulmuş ve sürekli aktifler). Gün içindeki vaktimi sefil bir şekilde sarı humma aşısı yaptırmaya adadığımdan günüm zaten rezil olmuştu bu nedenle öğle hostele uğradığım bir ara bu gözlemevi rezervasyonunu hallettim. Akşam 5’te hostelde olsam yeterliydi. 6’ya doğru beni alacaklardı. Tabi hava durumu önemliydi, o günkü bulutlar aynı ciddiyetle gökyüzünde yatarlarsa tur hikaye olurdu. 6’dan önce telefon edip bildireceklerdi; gidiliyor mu yoksa “inşallah başka güne” mi olacaktı?..

Planların nasıl değiştiği bölüme geldik, sarı humma aşısı bölümü, taa daaa! 🙂 Sabah herşeyimi hazırlamıştım en geç 11-12’ye kadar aşımı halledip sonra da Vicuña’ya gidecektim. Ertesi gün de Isla Damas’a. İlk planımdı… Aşı olayı, bizdeki devlet dairesi muhabbetine; masadan masaya evrak mühürletmeceye döndü. İlk önce devlet hastanesine gittim, yapabildiğimce derdimi anlattım. Ama “cıh” onlar yapmıyorlarmış. Laboratuvar görevlisi bana bir isim yazdı, otobüs terminalinin oraya git dedi. Gittim oraya, özel bir klinik. Giriştekilere danıştım, onlar da cıhladı. Başka yere yolladılar, hemen yakındaki. Oraya gittim, girişteki abi, siz anladınız tabii ki o da cıhladı haha! Kibarca dışarı çıktı beni de alıp. “Bak” dedi, “beyazlı bir adam giriyor ilerideki binaya, oraya gideceksin.” Teşekkür ettim, çokça gülümsedi, yerine döndü. Binaya gittim, yetkili buldum. O “olur ama doktorun reçetesi de gerekir, pahalı olur” dedi. Tamam dedim, önemli değil. Sonuçta ne kadar pahalı olacaktı?!.. Okeyleşince bu konuda, merdivenlerden 3.kata çıkmam gerektiğini söyledi 🙂 Bu arada aynı bizdeki orta sınıf özel hastane modeli, hiç farklı değil (Kliniğin ismi Clinic Elqui). 3. kattaki hasta kabul ile görüştüm, içeri geçip hemşire ile görüştük, hemşire detaylar ile birlikte ne kadar tutacağını da yazdı. Tam Ok dedim, ödeyeceğim, kredi kartı olmaz, nakit ödemeniz gerek dedi. Yanımda o kadar para yok: Otuzdört bin Şili Pezosu. Gittim bankaya para çekeğim, sürekli kullandığım kart yerine öteki kartımı alışmıştım, o da çalışmaz mı bankalarda! Yanımda dolar var ama döviz büroları yakın değil! Aklıma gelen en yakındakine gittim yine de. “Yetkili yok o gelince ancak” dedi dükkan sahibi. Önemli diye geveleyince, içeri gidip bir turist haritası getirdi, döviz bürolarını gösterdi, aldım haritayı teşekkür edip çıktım. En yakını hostelden oldukça uzaktı. Ben de oraya gitmek yerine hostele gittim, kartımı değiştirdim, gözlemevi rezervasyonunu konuştum, çıktım, kliniğin yakınındaki bankaya gittim, para çektim ve öğle saatinden 10 dakika önce gidip (13.00’a kadar gelmen lazım diye belirtmişlerdi) işlemimi hallettim sonra sıramı beklemeye başladım. Sıram geldi, hemşire bir sürü bilgi verdi, ben de sordum birşeyler, aşımı oldum, evraklarımı aldım, çıktım, saat 14.00 civarıydı 🙂 En iyisi dedim, bu kadar zaman kaybına yararlı birşey yapıp paketimi kullanayım da anneciğimi bir arayayım, uzun zaman oldu konuşmadık, sevinir! Roaming’i aktif ettim. Aradım, çok çok sevindi, sesi çok iyi geliyordu ben de çok sevindim! Uzun uzun konuştuk 🙂 Ardından abiyi de aradım, onunla da gevezeleştik 🙂 Telefon trafiğinden sonra biraz biryerlere bakındım, markete uğramayı unutup hostele akşam üzeri beş civarı döndüm.

Arada da bir parka uğrayıp sandviç ve kekimi yemeyi de unutmadım. Gerçi bir sandviç ve bir kek için fazla kişiydik ama elimizdekilerle yetindik 🙂

Benimle aynı odada kalan kibar insan Alman arkadaş Fabio bana markete gideceğini, birşey isteyip istemediğimi sordu. Bir gün önce kısa bir muhabbet etmiştik oysa sadece 🙂 Markete gitmeyi unutma durumundan ve tur için haber beklediğimden kendisinden su istedim. Saolsun sonradan getirip verdi, verdi de tur da iptal olmuştu, bulutlar inatla yerlerinden kıpırdamamıştı… Odaya girdiğim bir ara benim ranzanın tepesine ilk gün tanıştığım Kolombiyalı arkadaş yerine başka birinin geldiğini gördüm, selamlaştık. Neyse, yemek faslından sonra, Fabio’ya inceliğinden dolayı çay yapmayı, yanında da cupcake yemeyi teklif ettim, sevindi 🙂 Hostelin minik oturma odasına çaylarımızı getirdim, elimdeki tüm kekleri de ortadaki sehpaya koydum. Başkaları da dahil hepimiz yeriz diye… Biz Fabio ile çay muhabbeti yaparken çoğalmaya başladık; benim tepe arkadaşı, diğerleri falan derken odaya sığmaz olduk 🙂 Benim tepedeki arkadaş İspanya’dan Pablo imiş… Sonradan üçümüz arasındaki muhabbet öyle uzadı ki odaya dönüp yataklarımıza yattığımızda bile öğrenci modeli muhabbetimiz devam etti. Odamızdaki diğer Arjantinli hatunun uykusunu daha da rezil etmeyelim diye mecburen bu öğrenci laflamasını kısa tuttuk 🙂 Konuşmamız sırasında Fabio sivrisineklerden şikayet etmişti ki gerçekten kolları fena haldeydi… Muhabbetimiz biteli bir saat geçmemişti, ben kulaklığım takılı Ozan’ın attığı linkteki albümü dinliyordum, Pablo tepemde böyle bir kıpır kıpır sallandı, dedim herhalde kaşınıyor falan, ardından yan tepeden Fabio’nun başı göründü, ikisi arasında bir laflama oldu, duymadığımdan sivrisinek muhabbeti dedim geçtim. Sonra sabah kahvaltıda “sen dün geceki depremi hissettin mi? muhabbeti dönünce Pablo ile kendime bayağa güldüm haha! Nasıl bir kafadayım bir çözebilsem 🙂

Isla Damas hikaye olmuştu, elimde Vicuña duruyordu, Pablo planımı sordu, söyledim. “Katılayım mı sana?” dedi. Sürekli yalnız gezdiğim için, bir çiğlik yapmıyım biraz yabaniliğimden uzaklaşayım, iyi gelir diye düşünerek “olur!” dedim. Sonuçta iyi de anlaşıyorduk. Hem sonra fark ettim ki o gün birşeyler kolaylamıştı hayatımda. Çünkü Pablo İspanyolca konuşuyordu! Bir günlüğüne hafifledim valla 🙂

Otobüse bindik, yani minibüsten hallice bir otobüs. Otobüs sanırsınız ki “Sightseeing tur” bir saatlik yolu iki saatte tamamladık. İndiğimizde turist bilgiye uğradık. Haritamızı aldık ve direkt Gabriela Mistral’ın müzesine gittik.

Gabriela Mistral bu köyde yani Vicuña’da doğmuş. Eğitim hayatı uzun olmasa da (12 yaşından sonra okul eğitimi almamış) Şili üniversitesi’nde akademik düzeyde İspanyolca öğretmeni ünvanı almış yegane insan. Hatta Pablo Neruda da öğrencilerinden biriymiş.

Oldukça genç yaşlarından itibaren öğretmenlik yapmaya başlamış ama bildiğiniz bir öğretmenlik değil. Tüm hayatını insanları yetiştirmeye adamış. Ömrü boyunca tüm Güney Amerika da dahil diğer kıtalardaki ülkelerde de bulunup seminerler, eğitimler vermiş. Bir taraftan da bireysel anlamda üretimde bulunup bir sürü kitap yazmış. Zaten kendisi edebiyat dalında Nobel ödüllü bir yazar.

Eğitim şekli, birçok noktadan yararlandığı için farklı ve bir anlamda eğlenceliymiş. Politika, günlük gazete konuları, magazin, bitkiler… vs. Bunları ve fazlasını katarak uyguladığı bir eğitim sistemi varmış.

Ayrıca söylemeden geçemeyeceğim, belki seviyorsunuzdur ama, Orhan Pamuk gibi torpilli bir edebiyat ödülü değil onunkisi. Çok büyük bir emekten bahsediyoruz; kimsenin gitmeyi istemediği, eğitim düzeyinin en düşük olduğu köylere bile gidip öğretmenlik yapmış.
Benim bu kadar verdiğim bilgi özet niteliğinde, daha çok bilgi edinmek isterseniz tıklayın.

Müzede hayatını anlatan bilgiler dışında, kişisel eşyaları olan kalemleri, kitapları, el yazıları ve bazı mobilyalarını da görebiliyorsunuz.

Müzeyi bitirdikten sonra Pablo ile ataerkil sistem, eşitlik, ülkelerimizdeki kadın hakları ve benzer birçok konu ile ilgili uzun uzun konuştuk. Bu sırada yürüyorduk da…

Pisco fabrikasına varıp, rehber eşliğinde fabrikayı gezdik. Arada bana çeviriler yaptı saolsun 🙂

Fabrikada rehberi beklerken yaş muhabbeti oldu, aynı yaşta olduğumuz çıktı ortaya, Nisan 1 doğumluymuş o. Belliydi zaten çünkü fazlaca ortak konumuz ve yakın değerlerimiz vardı.

Yürümeye devam edip solar enerji panellerinin olduğu fabrika ve yerleşim alanına vardık. Sadece solar enerji kullanan 2-3 restorandan birinden menü seçerek, süper lezzetli ve sade yemekler yedik.

Benim amacım Pisco Elqui’ye de gitmekti ama müze, ardından yemek, geriye yürümemiz ve konuşmaya dalıp bir saat aynı sokaklarda dolaşmamızdı derken geç oldu, gidemedik.

Ama onun yerine La Serena’ya döndüğümüzde, tam akşam karanlığının ilk anlarında fenere gittik. O okyanusun görüntüsü, dalga sesleri, kumsal… Upuzun bir sahil, ara ara sahilde yürüyen insanlar… Offf! Nefisti!

Tüm günün ardından fenere gidip dönmek de ayrı yormuştu bizi ama çok iyi de gelmişti 🙂

Hostelimize vardığımızda ben salatamı, Pablo yolda gelirken aldığımız ekmek ile yumurtalarını yedi.

Sabah erkenden o Isla Damas yollarına düşmüştü ki o ben de alışveriş merkezine gidip lenslerimi ve solüsyonumu aldım. Bir de üçlü paket çorap 🙂 Eh lazım, sürekli bot giyiyorum, uzun çoraplarım az geldi.

Akşam üzeri buzdolabına koyduğum makarnamı yiyip, terminale, 17 saatlik yolumun başlangıç noktasına gittim.

Hostal El Arbol mutfağı minnacık, yaşam alanı minnacık ama sohbeti ve arkadaşlık ortamı kocaman mekan!