Pablo Neruda ile hüzünlü bir başlangıç yapacağım Santiago Şili’ye…

Bunca zamandır nerede olduğumu soracak olursan
“Oldu bir şeyler” demeliyim
oturmalıyım bir taşa
kararan dünyada,
kendini yemiş bitirmiş bir nehirde.
Korumasını bilmiyorum yitirdiklerini kuşların
Geride bıraktığım denizi
ya da çığlığını kızkardeşimin.
Nedir bu toprağın zenginliği?
Gün neden günle kapanıyor?
Neden karanlık gece çalkalanıyor ağzımda?
Ve ölüm neden?

Nereden geldiğimi sormayacak mısın?
Anlatayım sana;
Kırık şeyleri
Acılı kapları
Sık sık tozlanan koca sığırları
ve tutulu kalbimi.

Bunlar ne belleğimizde uyanan sarı güvercinler,
ne de anılardır kuşaktan kuşağa akan.
Ağlayan yüzlerdir bunlar,
Parmaklardır gırtlağımızdaki,
ve toprağa düşen yapraklardır.
Yiten günün karanlığıdır.
Yeşertir kaleleri hüzünlü kanımızdaki.

İşte menekşeler ve işte kırlangıçlar,
Sevdiğim her şey
Tatlı mesajlar veren günbegün
açıkta zaman
tatlılığı artan.
Kaçamayız biz; Dişlerimizin arasından:
Neden kemiriyor boşa giden zaman
sessizlik kabuğunu?
Ne yanıt vereceğimi bilmiyorum.

O kadar çok ki ölümüz
Ve o kadar çok ki kızıl güneş önünde setler
Ve o kadar çok ki çarpık kabuklu başlar
Ve o kadar çok ki öpücüklerimizi engelleyenler
Ve o kadar çok ki unutmak istediklerim.
Ve devam edecek hüznüm Victor Jara ve Salvador Allende ile…

Salvador Allende’nin son konuşması:

Nasıl bir yer ile karşılaşacak olursak olayım sonuçta onlar burada yaşamıştı, burada mücadele etmişti. Nasıl söylenilenler gibi çirkin bir şehir olabilirdi? Saygıyla bir hafta verdim bu şehire ve az bile geldi, yetmedi yaşamaya…

Hüznümün yanında tedirgindim otobüsten indiğimde. Yine bir sürü ses dolanıyordu kulaklarımda; çantana dikkat et, etrafına dikkat, cüzdanını ve telefonunu cebine koyma… Ne o gün ne de başka bir gün başıma hiçbir olay gelmedi. Tam tersi herşey fazlaca iyiydi…

Çantalarımı toparladım, kalabalıktaki bir memura metronun girişini sordum ve metrodan sonra, buradaki ev sahibim Astrid’in tarif ettiği şekilde apartmanı buldum. Gabriela Mistral Kültür Merkezi’nin (Bu değerli insanı La serena yazımda detaylarıyla anlatacağım) tam karşışısında yüksek bir binaydı. Odamdan, yatağımın başucundaki dev pencereden manzara harikaydı!

Sabah varmış olduğum için o günü biraz etrafı tanımakla geçirip, market alışverişini yapmak iyi olacaktı. Dışarı çıkıp saatlerce yürüdüm. Bellavista isimli, Buenos Aires’in bohem mahallesi Palermo’ya çok benzeyen ama çok çok daha keyifli sokakları olan mahalleyi dolaştım önce. Çünkü benim kaldığım yere çok yakındı, sadece nehri geçiyordum ve oradaydım… Sokaklar güzeldi ama özellikle de graffitiler inanılmazdı!

Uzunca bir süre dolandıktan sonra yine bu mahallenin yakınındaki, zamanında Darwin’in de uğradığı tepeye çıktım. Tepede bir kale vardı. Etrafı parktı. Parkın içinden merdivenlerle kaleye ulaşıp yine bir sürü merdiven ile kalenin içinde dolaşabiliyordunuz.

Charles Darwin demiş ki:

“… una inagotable fuente de placer es escalar el cerro santa lucia, en pequña colina rocosa que se levanta en el centro de la cuidad. Desde alli la vista es verdaderamente impresionante y unica.”

“Şehrin tam ortasından yükselen bu küçük katran topu görünümlü taşlı tepe Santa Lucia… Buraya tırmanmak asla bitmeyecek bir zevk kaynağı… Buradan manzara gerçekten nefes kesici ve eşsiz!”

Kusura bakmayın fotoğraf makinesini yanıma almamıştım bu yüzden görüntüler azca vasat 🙂

Ardından market ve eve dönüş tabi. Ertesi gün için çok heyecanlıydım çünkü ilk iş Pablo Neruda’nın evini görmeye gidecektim…

Sabah kalktım, hazırlanıp çıktım. Eve varıp da, girişten geçtikten sonra elime şu audio zımpırtılarından tutuşturdular. Evin her yeri ile ilgili detaylı bilgiler aktarıyordu (içeriden fotoğraf paylaşamıyorum maalesef, fotoğraf yasak). Özetliyorum:
Deniz ve yolculuk hissi onun için çok değerliymiş; yemek odası ve bitişik bar tamamen bir geminin içindeymiş gibi tasarlanmış… Evin her yeri, kendisinin koleksiyon olarak topladığı ve bir çok sanatçı arkadaşının da hediye ettiği orijinal resimlerle dolu. Evin mimarisini yapan arkadaşı, Neruda’nın önerileriyle evi doğa ile birleşik birçok bölümden oluşturmuş. Bir bölümden diğer bölüme geçerken bahçeyi kullanıyorsunuz. Bu da manzaraya biraz dalıp, mis gibi ağaçların kokusunu içinize çekmek anlamına geliyor. Evin genelinde bar kısımları (diğer evleri de dahil) hep fazlaca. Çünkü Pablo Neruda yanlızlığı hiç sevmezmiş ve her zaman evinde arkadaşlarını ağırlarmış. Her yer ama her yer rengarenk; eşyalar, tablolar, misafir için yemek takımları, bardaklar… Cıvıl cıvıl, canlı canlı!
Onunla, eşi Matilde ile ve evde ağırlanan birçok güzel insanla aynı yerde bulunma hissi çok değerliydi benim için…

Evden çıktıktan sonra biraz dolaştım yine ve ardından hükümet binası La Moneda‘ya gittim. Binayı izlerken bombalamadan sonraki koca toz bulutları, pencerelerdeki alevler geçti zihnimden… Şu anda o kadar uzaktı ki o zaman. İnsanlar, bolca güneş ışığının altında binanın çevresindeki yeşillik alanda oturmuş sakince dinleniyordu.

Sonra etrafa bakındım, arıyordum onu… Ve tabii ki Salvador Allende, o zamandan beri hep olması gerektiği yerde; halkının arasında, bizlerin arasında duruyordu…

O kadar çok pasaj vardı ki neredeyse her bir sokaktaydılar. Bir sürü dükkan vardı içlerinde. Tıpkı İstanbul Beşiktaş’taki ya da Eminönü, Beyazıt’taki pasajlar gibi… İşportacılar çoktu. Mini kulubelerdeki gazete satıcıları da caddelerde… Yani oldukça İstanbul’du burası!

Kalan günlerde de gezebildiğim kadar, bahsettiğim çarşı, pazar birçok yeri gezdim…

La Vega Market’e gittim. Oldukça eski ve büyük bir pazar…

Ardından Mercado Central… Burası bildiğiniz balık pazarı. Ortaya restoranlar toplanmış kenarlarda da balıkçılar.

Devamında Plaza de Armas meydanında uzun uzun oturup insanları seyrettim… Bir amcanın rutinindeki standını kuruşunu,

öğrencilerin buluşmasını, ve birçok anı daha…

Bir gün otobüs biletimi almak için terminale kadar yürüyeyim dedim ve tren istasyonuna vardım. İstasyonun içinde atlıkarınca vardı! Muhteşem değil mi?! Ne kadar nostaljik, ne kadar çocuksu 🙂

Nostaljiydi, çocuksuydu diyince, burada karar verdim artık benim yadigar montu değiştirmeye… Üzüldüm tabi, kaç sene korudu beni. Ne de gezdim onunla… Bir sene benimle İngiltere’de bile yaşadı 🙂 Ben üzüldüm şimdi böyle ama eminim sevinen arkadaşlarım olacaktır Harun gibi mesela… Bıkmışlardı üzerimde görmekten 🙂

Eveeet, yine toparlıyorum buraya geri kalanları ve bir sonraki yazıma Valparaiso’ya geçiyorum.

Bellavista’da rastgele bulduğum Viva La Vida fena değildi. Hem bar hem de restoran. Ön kısımda bir bahçesi var ama arka bahçe daha sevimli.

Los Leonos istasyonuna yakın Andrés de Fuenzalida isimli bir sokakta, İtalyan tipi bir restoranda Ananas suyu ile çok lezzetli bir pizza yedim. Restoranın ismi Los Insaciables.

Şehrin içinde kocaman bir tepe ve tabii ki diğerleri gibi park olarak tasarlanmış bir yer daha var.İsmi San Cristóbal. Burayı yürüyerek, tırmanarak, bisiklete binerek ya da teleferik kullanıp tepe noktasına çıkarak deneyimleyebilirsiniz. Biraz geç hareket ettiğimden tepeye varıncaya kadar gün batımını kaçırmış olacaktım bu yüzden orta karar bir yürüyüş mesafesinden bu kareleri yakaladım.

Arkadaşlar Turbus, Şili’de süper çalışan yenilikçi ve rakipsiz bir firma. Otobüsleri de çok rahat. Şili’deki otobüs terminallerinde gişeleri dışında kioskları da mevcut. Benim gibi İspanyolca özürlüyseniz ve sırada beklemekten hoşlanmıyorsanız harika bir kolaylık. Bilet alma işleminiz 5 dakika bile sürmüyor.

Not: La Serena’ya vardığımda ev sahibimden gelen fotoğraf… Çok cici labradoru Valentina için aldığım hediye ile görüntülemiş 🙂 Dayanamadım, çok şekerdi…