Bariloche’den kaçarak, Şili’nin minik ve sevimli kasabası Puerto Varas’a vardım. Burası da turistik denilebilecek özelliklere sahip ama en azından daha insancıl. Eski Foça’yı andırıyor; sokaklardan geçerken, göl kenarından yürürken… Hatta insanların sakinliği, davranışları…

Şu anda akşam üzeri atıştırmamı yapmak için bir cafede oturdum. Cafe Dane’s. Siparişi alan teyzem o kadar sevimli ki… Beyaz bir yüzde çipil çipil gözler, göz kapaklarında eski bir alışkanlık; yeşil farlar, hafif kemikli sivri bir burun, bu sivriliğin altında incecik ama pembe rujlu minik dudaklar. Saçlar da banyodan sonra ince bigudi yapılmış; lüle lüle ama kısa. Boy da dudaklar gibi minik… Sevimli sevimli anlaştık. Fırında pişmiş sebzeli empanada ile ucuz olsun diye sütlü nescafe sipariş ettim. Önüme boş kahve fincanı kondu, yanına da Nescafe kutusu. Sonra da teyzem elinde ısıtılmış sütlük ile kahvemi bardağa koymamı bekledi. Ben işlemi bitirince bardağımı ağzına kadar süt ile doldurdu ve gitti. Bildiğin ev kahvesi oldu yani haha!

Dün Porthué’de Osorno Volkanı’na yakından bakmaya gittim. Buradan minibüs ile bir saat sürüyor. Dağları yolları aşıp, volkanın kenarındaki göl kenarına varıyorsunuz. Öncelikle nereye gideceğiniz hiç belli değil. Bana hostelde verilen haritaya göre sola yürümem gerekiyordu. Kaptırdım yürüdüm karşıma “giriş için kayıt binasına uğrayın” tabelası çıktı. Gittim kapıyı tıklattım, benim yaşlarımda bir hatun açıp beni içeri aldı. Parkur hakkında kısa bir bilgi verdi. Defteri doldurttu. Kapıya götürdü beni git dedi, düz dedi, dön dedi, sola dedi, git dedi, bul dedi 🙂 (dayanamadım, afedersiniz haha!) Neyse gittim tarif ettiği yere. Bir tabela çıktı karşıma: ikinci tabelaya kadar 4.5km yol var, soldan yürü diyor. Başladım yürümeye. Yol tamamen kum. Bütün parkur baştan sona kadar plajda yürüyor gibisiniz ama sahil gibi düz bir yol değil tabi. İki saat geçirdikten sonra normal bir zeminde yürümek nedir unutuyorsunuz. Şahsen kendimi Arabesk filmindeki Şener Şen gibi hissettim 🙂

Yanardağ soldan soldan sürekli gözünü dikmiş bakıyor, kumda çırpınıyorsunuz, sağdan güneş cayır cayır… Dedim vay arkadaş nereye düştüm ben?.. Neyse bir buçuk saat sonra geniş magma oluklarının olduğu yere vardım; toprak çökmüş, krater oluşmuş, geçtiği yerde koca bir yanık dışında başka bir şey kalmamış…

En sonki kraterde başımı bir kaldırdım, İkinci tabelaya bakıyordum, 3km yürü göl kenarına varacaksın diyor. Ohh dedim ne güzel, serin serin ayaklarımı dinlendirir, sandviçimi yerim 🙂 Başladım yine yürümeye… Yol daha da zorlaştı bu sefer, kumdan tepeler aşmaya başladım! Biraz zaman geçmişti ki “welcome to the jungle” oluverdi birden. Bildiğiniz orman, buram buram orman hem de! Yol alırken bir tırsıntı geliyor arada… O kadar yani düşünün! Ormanın içinden de göl kenarına inen yol fena. Nerelerden nerelerden geçtim… Gündüz olmasa direkt korku filmi; yüksek ağaçlar, nemlenmiş yumuşak toprak, köklerinden devrilmiş yaşlı devasa ağaçlar ve onların etrafından büyümüş gençler, örümcek ağları, sürekli bir çıtırtı etrafınızı kavrayan, tüylerinizi ayağa diken serin bir ürperti… Bir süre sonra sabırsızlaşıp bir an evvel varmak istiyorsunuz ama en azından yarım saat daha yolunuz var, biliyorsunuz. Gerginlik…

En sonki zorlu kısımı da bitirdikten sonra karşıma muhteşem dingin bir koy çıktı. Nasıl bir huzur o an oraya varmak, ifadesi zor benim için… Hemen ilerledim göle doğru, ayakkabılarımı çıkardım, paçalarımı sıyırdım ve suyun içine yürüdüm.

Kimsecikler yok. Sadece arıcıklar dolaşıyor etrafta, iki üç tane de kuru ağaç parçası duruyor kenarda. Biraz suyun tadını çıkardıktan sonra oturdum kenarına, sandviçimi çıkarıp mis gibi yedim. Biraz da tadı oldukça tuhaf olan suyumdan içtim. Yeterince dinlenip ortamın tadını da çıkarınca tekrardan giydim ayakkabılarımı ve düştüm dönüş yoluna.

Bundan sonraki yol bir nevi plaj yolu, muhtemelen rahat geçecek diye umuyorken, yol daha bir çetin çıktı. Orman daha da bir ormandı. Yol daha tepecikli, belirsiz, kaygan, zorlu… Tekrar sahile ulaşana kadar entresan birkaç anım daha oldu. Bir de hayatımda ilk defa ağaçkakan gördüm! İnanır mısınız hakikaten çata çuta kakıyorlar haha! Çok yüksekteydiler makinemin lensi yeterli olmadı görüntülemeye maalesef… Hem de bir tanesi Woody gibi kırmızı kafalıydı! Çok tatlıydılar…

Mesela bir fotoğraf çekmek için olduğunuz yerde hareketsiz kaldınız ya, orman sizi kendinden bir parça haline getirmeye başlıyor. Sarmalanıyorsunuz… Böyle anlarda hep bir canlının sesiyle kendime geldim. Uçan bir kuş, bir hayvan sesi… Hem ürkütücü hem de enfes bir deneyim 🙂

Gerçek pilaja vardığımda, önümde en az yarım saatlik bir yürüyüş daha vardı. Yine ayakkabılarımı çıkardım. Bu sefer onları omuzuma atıp, suyun içinden yoluma devam ettim. Tabi çantamdaki şeftalimi çıkartıp şapur şupur, keyifle yemeyi de ihmal etmedim. Taşlar sıklaşana kadar böyle devam ettim. Sonra tekrar ayakkabıları giymek durumunda kaldım.

Zaten sahil yolu gitgide o dinginliğini kaybedip engebeli bir parkura dönüştü. Bir süre sonra yukarılardan kopup devrilmiş ağaçların, sürüklenip sahile uçmuş kayaların üzerinden atlarken buldum kendimi. Neyse ki son kısımdı buralar… Varmaya yakın insanlar vardı sahilde. Bir kısmı güneşleniyor, bir kısmı ayakları suda sohbet ediyordu. Diğer bir kısım daha vardı ki kanoya ya da piknik yapmaya yeni geliyordu arabalarıyla. Biraz içeri doğru devam ettim ve başladığım yere geri dönmüştüm. 5 saat geçmişti. Dönüş minibüsüne bindiğimde yol boyunca uyudum. Bu kadar uykudan sonra hostele döndüğümde patates çuvalı gibiydim. Girişteki arkadaşın üç kere sorduğu “kahve mi istiyorsun?” sorusunu (girişte bir kahve bölümü var, oraya bakınıyordum) ancak işte o üçüncü de anlayıp cevap verebildim. Sonra da İngilizcesi iyi olmadığı için özür dileyince, “yok dedim ben yorgunum biraz, anadilim İngilizce olmadığından böyle zamanlarda zorluk çekebiliyorum”, gülüştük. Malum o da aynı durumdaydı 🙂 Çok güzel gülüyordu bu arada, söylemeden geçemiyeceğim… Neyse bu arkadaşın ardından hostele yeni varmış ve burada yeni çalışmaya başlayacak hatunla tanıştım. Yarı İtalyan, yarı Polonyalı’ydı. Buraya çalışmaya gelmişti. Biz hatunla sohbet ederken güzel gülüşlü arkadaş da sohbete katıldı, Venezuella’dan yaklaşık dört ay önce gelmişti. Kaldığım hostelde çalışıyordu. Ardından daha kalabalık olduk… Gece bizim için geç saatlerde, biraz İngilizce, biraz İspanyolca, şarap ve sigara eşliğinde bitti. Yatağıma döndüğümde belimden aşağısı bir demir parçası kadar soğuktu. Dışarıda oturmuştuk. Ne zaman ısındım, ne zaman uyudum anımsamıyorum. Ama nefis bir akşamdı, tüm ıssızlığımı aldı…

Kaldığım hostel: Margouya Patagogonia. O bölgede çalışıp da hosteldr kalan çok genç insan var. İki binadan oluşuyor. İkisi de çok keyifli mekanlar.

İkinci güzel yemek mekanı. Aradaki sokaklardan birinde buldum. Yan masada o eski CocaCola şişesini de görünce dayanamadım ve evet onca yıl sonra o şeyi içtim… Restaurant Mamusia

Vee bu dondurma yenecek! Sahilde minik arabalarda satıyorlar. Süper lezzetli! Sunumu da çok sevimli 🙂 Fiyatı 1500 Şili pezosu yani 6TL.