Üç geceliğine kalmak üzere Airbnb’den bir çiftin evinde yer buldum. Fiyat neredeyse hostel fiyatıydı. Biraz rahat uyurum hatta uyuyabilirim bari dedim… San Pedro’da horultudan, yolda da otobüsün dandikliğinden perişan haldeydim.

Şili’ye alışmışım, Arjantin’i unuttum hemen. İndiğim zaman çekerim diye Arjantin Pezosu almadım yanıma. Otobüsten inince ne bir döviz bürosu ne de bir banka olmasın mı?! Acayip açım, sabah kahvaltısı ile duruyorum. Sefilliğim San Pedro’da otobüs terminalinde sandviç satılmamasıyla başladı, yolda sandviç alabileceğimiz hiçbir yerde durmadık, durduğumuz yerde de çok kısa kaldık birşeyler bakınıp almaya vakit olmadı… Cebimde para yok. Tırt bir sokak empenadası bile alamıyorum. Terminalin dibinde bulduğum tek atm de kartımı kabul etmedi. Tipik Arjantin durumları!.. Bilmediğim şehir, bilmediğim sokaklar… 30 dakika gergin bir halde yürümek zorunda kaldım. Yol boyunca da ne bir banka, ne bir atm ne de visa geçen bir restoran bulabildim… Eve geldiğimde Rulo’nun kız arkadaşı Laura karşıladı beni. Hemen yakında bir banka olup olmadığını ve kart geçen restoranların hangi sokakta olduğunu sordum. Telefonumdaki google map’e bakıp bankayı işaretledi ve sokağı gösterdi. “Rulo gelecek birazdan bekle istersen beraber yeriz” dedi. “Bekleyecek gibi değilim” dedim 🙂 Ellerim titriyordu. Oniki saat boyunca tek yediğim mini boy bir krakerdi.

Hemen yan sokaktaydı işaretlediği banka ama göremedim. Meğerse haritada yanlış işaretlemiş, soldaki değil sağdaki blok olmalıymış! Neyse dedim bulamayınca, restoranların olduğu sokağa yürüdüm iki blok daha. Bakınıyorum sokağa ama restoran falan yok, büfeler var, onlarda da kart geçmiyor. Artık oldukça gerildim. Kendimi bir toparladım, sabırsızlığımı bastırmak için bir süre derin nefes aldım. Sonra sol tarafta çok kalabalık turistik bir sokak olduğunu farkettim ve daldım o sokaktan. Ne de olsa kesin burada bir yer olmalıydı. Yürüdüm, yürüdüm ve karşıma ne çıktı: MC DONALDS!! Ne şans ama! Kaç senelerce gitmedim, gitmedim sonra da eline düştüm!.. Daha bakınamazdım saat aksam 22.00 civarı olmuştu ve ben halsizlikten yere düşmek üzereydim. Bir BigMac menü çaktım kendime geldim. Herhalde o kadar şekeri ve karbonitratı vücudum zup diye emdi. Neyse ama, artık yürüyebilecek durumdaydım. Etrafta dolaşıp banka buldum. Üçüncu banka deneyişimde para çekebilmeyi başardım. Artık her anlamda rahattım. Sakin sakin eve dönüp güzel güzel uyudum.

Ertesi sabah oldukça geç kalktım. Sonra da gidip markete alışveriş yapıp harika bir kahvaltı hazırladım. Kahvaltıda turist bilgi merkezine baktım haritadan. Evden çıkınca da direkt oraya gittim. Salta’nın genek bir haritasını aldım ve etraf ile ilgili detaylı bilgi edindim. Çıkınca hemen yakındaki arkeoloji müzesine gittim.

Müze, İncalar ve daha öncesinde yaşayan Andeanlar hakkında çok detaylı olmasa da iyi bir içeriğe sahipti. İncalar bölgeye 1400lerde yerleşmiş, İspanyollar’ın 1500lerde gelip onları katledip, sürmelerinden önce yani yüz yıl boyunca inanılmaz şeyler yapmışlar. Mesela Salta’da uzun uzun, koca koca tütün tarlaları var. Dünya tütün üretiminde önemli bir bölge. Ve bu tarlalar İncalar’ın açtığı su kanalları sayesinde sulanıyor. Kuzey Arjantin’in bir bölümü, Bolivya, Peru ve Ekvator’un bir bölümünde yaşamışlar ve yaşadıkları her yerde doğa ile bütünleşik, yaşamı kolaylaştıran bir çok çözüm üretmişler.

Evlilik ve adak için iki tane belirgin seremonileri var. Evlilik için; iki kabilenin çocukları çok küçük yaşta evlendiriliyor. Bunun içinde Peru Cusco’daki merkeze geliyorlar. Sonra da evliliklerinin gerçekleşmesi için belli bir yolu tamamlamaları gerekiyor. Yolu tamamlarlarsa evlilikleri gerçekleşiyor. Adak seremonisi ise benim için çok üzücü ve hayata bakış açımla tamamen ters. Çocuklara uyku yapıcı bir içecek içirip sonra da ona ait ve ayinsel diğer tüm eşyalarla gömüyorlarmış. Çünkü çocukları adadıklarında onların, İncalar’ın ulu insanlarıyla birlikte, sonsuza dek yaşayacaklarına inanıyorlarmış. Müzenin içinde ayrıca Cachi’deki dağların zirvelerinden çıkarılan üç tane çocuk cesedi de bulunmakta. Ufak deformasyonlar haricinde neredeyse hiçbir hasar yok. Ürperticiydi tabi…

Müzeden çıktıktan sonra biraz yürüyüp kendime geldim.

Sonra da düzgün görünümlü bir tur şirketi bulup yarın için Cachi turuna bakındım. Bulduğum ofis Cafayate turu da yapıyordu. Gelmişken görmek istedim orayı da. İki gün arka arkaya Cashi ve Cafayate turu aldım. Bu da Salta’da iki ekstra gün daha kalmam gerektiği anlamına geliyordu. Bir gün Cafayate turu için diğeri ise otobüs biletimi almak ve biraz daha şehirde dolaşmak için.

O akşam, birlikte yemek yerken Cumartesi sabahına kadar kalabilir miyim diye sordum gençlere ama Paskalya tatili nedeniyle aile ziyareti mevzuları varmış, maalesef dediler. Yemekten sonra hostel baktım, yakında bir tane vardı. Hemen yer ayırttım.

Cachi turu doğal güzellik bakımından harikaydı. Birbirinin içine geçmiş birçok iklimi aynı anda, ard arda görebiliyordunuz…

Ayrıca burada yaşam oldukça farklıydı. Doğa yağışlı ve kurak olmak üzere ikiye ayırmıştı yaşamı. Şu an kurak dönemdeydik. Nehir yatağı boştu… Her yere problemsiz ulaşabiliyordunuz. Yağışlı dönemde nehir yatağı doluyordu hatta bazen de taşıp yolları kapıyordu.

İletişim de ayrı bir konuydu. Telefon söz konusu değildi bazı bölgelerde. Bu nedenle iletişimi AM radyo sinyali üzerinden gerçekleştiriyorlardı. Mesela siz falanca bir yer ya da köydeki evinizden başka bir yere gideceksiniz. Eşya, erzak vs.’de var. Ne lazımsa söylüyorsunuz sizi dinleyen birileri yardımcı oluyor ya da kulaktan kulağa bir şekilde birilerine durumu ulaştırıyor.

Başka bir detay da yolların uzunluğu… Çok soğuk dönemler için yol kenarlarında kapısız, camsız taş kulubeler yapılmıştı.. Donmamak için araçtan (eşek, at, at arabası gibi) inilip, bu kulübelerde ateş yakılıyormuş. Bu ateşte ile de hem insanlar ısınıyor hem de yemek pişiriliyormuş.

Bunların hepsi rehberimizin anlattıkları. Aktarabildiğim kadarını yazdım 🙂

Özellikle kaktüslerin olduğu doğal park alanı beni çok etkiledi. Kendimi Miyazaki animasyonlarından birinde hissettim. O kaktüslerin hepsi benim için canlı birer karaktere dönüştü 🙂

Ama tüm gün otobüste oturup, aralarda beş dakika inip fotoğraf çekip sonra tekrar otobüse binip yol yapma hikayesi pek keyifli olmadı…

Öğle için Cashi köyünde iki saatliğine durduk. Yemek için rehberimiz Jeremy’nin rezervasyon yaptırdığı restoranda bize ayrılmış masalardan birinde oturdum. Ardından bir çift geldi oturdu ve en son da bir hatun. Böylece dört kişilik masayı tamamladık.

Detay: Turdaki tek İngilizce konuşan ben olduğumdan ve neredeyse geri kalan herkes de Buenos Aires’ten geldiğinden, rehberimiz turun başında ön koltukta oturan benim Türkiye’den geldiğimi ve ara sıra İngilizce açıklamalar için bana vakit ayıracağını turun en başında söylemişti. Bu nedenle herkes kim olduğumu biliyordu 🙂

Masaya son oturan hatun siparişi vermemde bana yardımcı oldu. Sonra da İngilizce konuşmaya başladık. Anneanesi Türkiye’den göç etmiş Arjantin’e. Türk yemeklerini biliyordu. Dolma falan diyince çok özlediğimi belirttim. O da hiç bulamadın mı diyince, Buenos Aires’teki Ermeni sokaklarından birindeki dükkandan alıp yedim dedim, sevindi. Gerçi dükkanda Türk olduğumu söylerken biraz çekindiğimi ama sonrasında hoş karşılanınca mutlu olduğumu da anlattım.

Geçmişte kötü şeyler olmuştu, bizim şu an yaptığımız eylemler değildi ve olanlar için ne geçmişteki sorumlular ne de suçu olmayan yeni dönemdekiler gerçekleri kabul etmek istememişti. Kabul etmek daha kolaydı böylece temiz ve adaletli bir başlangıç yapılabilirdi. Ama basa basa Türküm diyenlerimiz hep zor olanı seçti. Benim için kolay olan daha doğru oldu her zaman, milliyetçilik insani değerlerden ve hepimizin, dünyada yaşayan tüm insanların, adaletli olarak eşit olmasından daha değerli değildi…

Konuşmanın devamında hoş olmayan tavırlarla karşılaştığını bu nedenle de konuşmanın başında direkt kimliğini söylemek istemediğini dile getirdi. Direkt söylese aslında ortak şeylerimiz olduğundan mutlu olup başka şeyler de konuşabilirdik. Bunu yerine hüzünlendik, gözlerimiz doldu… Neyse sonra toparladık, kahvemiz de bitmişti, etrafı gezmek üzere farklı yollara dağıldık. Turda olduğumuz için zamanımız azdı…

Kendime yürüyecek bir güzergah belirledim. Patika yoldan yukarı tırmanınca köyü biraz yukarıdan gören sakin bir yer buldum kendime. Çıkarıp meyvelerimi yedim.

Tekrar otobüse döndükten sonra uzun bir süre daha yol yaptık, dönüş yolu da dahil. Bu arada Jeremy ikram etti, coca yaprağı denedim 🙂 Birkaç yaprak alıp ağzınıza atıyorsunuz, çiğnemek yok, yutmak yok. Ağzınızın içinde yanağınızın kenarına itip onu orda unutuyorsunuz. Siz yutkundukça ve enzimlerinizle vücudunuza karışıyor. Bu şekilde bir etki hissetmiyorsunuz sadece kanınızdaki oksijen miktarı artıyor bu da bulunduğunuz yükseklikte, buralar deniz seviyesinden en az 2700-2800 metre yüksekliklerde, azalan oksijeninize destek oluyor.

Jeremy rahat iletişim kuralım diye beni en önde yanına oturtmuştu. Bu nedenle dönüş yolunda epey çene çaldık… Daha ilk anda anlamıştım Güney Amerikalı olmadığını, aksanı düzdü. Sordum Kanadalıyım dedi. Yedi sene önce sadece sırt çantası ile gelmiş, bir çiftlikte iş bulmuş, sonra eşiyle tanışmış ve şu anda da iki çocuk babasıydı 🙂 Bu yüzden doğal ürünler üzerine konuştuk, ona nasıl yoğurt mayalanacağını anlattım. Ayran tarifi bile verdim 🙂

Akşam yedi civarı dönmüştük. Turu aldığım ofise gidip adres değişikliğimi bildirdim. Eve döndüm. Rulo ve kız arkadaşı beni o akşam için Asado’ya bir arkadaşlarının evine davet etti. Çok ciciydiler 🙂 Hem tüm gün yolculuk, hem sabah erkenden eşya taşımak zorunda olduğum hem de ertesi gün tam günlük bir turum olduğu için çok çok teşekkür edip gelemeyeceğimi söyledim. Bir de iki gıdımlık İspanyolcam ile onları ve kendimi gereksiz zahmete sokmayayım istedim… Eşyalarımı düzenledim, birşeyler yedim ve yatıp uyudum.

Sabahın 5.30’unda kalkıp toparlandım. Hosteldeki amcayı sabahın 6.30’una doğru kapıyı çalaraktan uyandırdım. Rezervasyonumu söyledim, çantalarımı düzgün bir yere koyduk, turdan geleceklerini açıkladım ve kendisiyle biraz oturdum. Fabio beni çok geç olmadan gelip aldı. Yine en öne oturdum, Fabio’nun yanına, malum tek İngilizce konuşan yine ben. Hatta dünkü turdan insanlar vardı, selamlaştık. Daha ilk dakika Fabio’nun aksanından Fransız olduğunu anladım. O da göçmendi. Beş sene olmuştu Salta’ya yerleşeli. Acayip eğlenceli bir tipti. Fakat çok az çeviri yaptı bana… Bu nedenle İspanyolca konuştuklarından anlamak için oldukça yordum kendimi.

Gezdiğimiz yerler yine muhteşemdi… Cafayate’yenin merkezine varıncaya kadar büyüleyici manzaralar vardı. İlk vardığımız yerlerden biri de El Auditorio idi. Onun da videosunu paylaşıyorum…

Bu kadar doğanın içinde insanların konumlarını anlayabilmesi için birşeylere ihtiyacı vardı. Onlarda kayaları hayvanlara benzetmişlerdi: Penguenin orası, Bukelamunun yakınındaki kayalıklar, kurbağanın yanındaki yoldayım gibi… Ben sadece bir tanesini çektim. İki açıdan da farklı görüntüsü vardı bu çektiğimin. Yandan titanik (ki benim için Star Wars’un son bölümündeki batık bir Star Destroyer’di),

Arka kısımdan da tıpkı bir kaleydi.

Özellikle öğle yemeği çok keyifli geçti. Gitarlarla şarkılar söylendi, Uruguaylı iki genç kız ve Buenos Airesli genç Diego ile tanışmış oldum. Diego doğanın ruhuna inanıyordu ve onun için buraya gelmişti. Görünüşte ise gayet yeni nesil bir punktı 🙂 Sonrasında her ara verişimizde yanıma geldi sohbet ettik… Benim yalnız geziyor olmamdan çok etkilenmişti, onun için “cool’dum! hahaha!

Şarap evi turu ve tadım benim için maalesef hayal kırıklığıydı. Tamamen İspanyolcaydı… Hatta tadımı yaptıran önolog acayip esprili çıktı. Millet katıldı gülmekten, ayhh! oldum, dardım, yarım bırakıp attım kendimi dışarı. Gittim otobüsümüzde uyudum 🙂

Öyle uyumuşum ki herkes binmiş arabaya, bayağa bir yol yapmışız… Haydi haydi seslerine uyandım, indim. Toplu fotoğraf çekilecekmişiz 🙂

Neyse tur bittiğinde dağıldık. Bu sefer akşam 20.00’ı geçiyordu vardığımızda. Hosteldeki odama taşıdım eşyaları. Biraz yerleşiyim derken odaya genç bir kız girdi, selamlaştık, muhabbet ettik, biraz sonra da “burada yemeyeceksen dışarı çıkalım mı?” teklifinde bulundu. Ben de olur dedim, iyi anlaşmıştık. Mekan konusunda tüyoları da almıştım rehberlerimizden 🙂 Yirmi dakika kadar restoranların olduğu sokağa doğru yürüdük. Hepsi dipdibeydi ve hepsi de geleneksel restoranlardı. Folklor yapan dansçılar ve canlı müzik programları vardı. Hava güzel olduğundan dışarıya oturduk. Sipariş verdikten hemen sonra yoldan geçen, dünkü turdan edindiğim arkadaşımla göz göze geldik. Hemen merhabalaştık. “Bir sandalye isteyelim bize katıl” dedim. Otelde yemiş yemeğini ama “biraz dolaşayım sonra gelir bir kahve falan içerim” dedi. O kadar kalabalıktı ki mekan, geri döndüğünde daha önden verdiğimiz siparişler bile gelmemişti.  Neyse herkes birbiriyle tanıştı ve biz saatlerce sohbet ettik. Gerçi benim hosteldeki arkadaş yirmi yaşında olduğu için ara ara katılabildi bizim muhabbetimize…

Enteresan olan aynı dönemde çok benzer şeyler yaşamamızdı. O da işinden çok bunalmış tam iş değiştirdiğinde babası rahatsızlanmış hastaneye kaldırmışlar, babası vefat etmiş ardından, tam da benim babamın vefatından bir hafta sonra, oturduğu evini satmış, eşyalarını annesinin evine taşımış ve nefes alması gerektiğini düşünüp tatile çıkmış… Ben de benzerlerini anlatınca iyice pekiştik. Tabi yine göz sulanması, hüzünlü anlar 🙂 Neyse ki benim genç kız çok üşüdü de kalktık. Yoksa bizim muhabbet bitmiyordu! Buenos Aires’e döndüğümde buluşucaz diye ayrıldık birbirimizden 🙂

Ertesi gün San Bernardo isimli bir tepeye çıktım teleferikle. Pek hoş değildi, çok insan ve çok sıra vardı.

Otobüs biletimi aldım. Dolandım. Güzel bir restoran buldum. Veee sonunda lazanyamı yiyebildim! Bartom

Yarın kuzeye doğru Bolivya’dan önceki durağım Humahuaca köyüne gidiyorum.